Bir arayış için doğarız aslında… İnsanlar kendi arayışlarına bir sebep isterler, bazen arayış sadece kendimize benzeyen birini bulmak içindir. Doğarız ve yaşamaya hazırlanmakla geçer büyümeye kadar ki olan o evre. Sonra yetişmiş çocuklar olarak varoluş sebebimizi aramaya başlarız. Ne zaman tam olarak yetişkin olabiliriz ki? Reşit olduğumuz gibi büyüyor muyuz gerçekten? Bir anda sorumluluklar alıp hayatımızın ya da hayatın üstesinden gelebiliyor muyuz? Hayat… Yaşamak ve bunu kendine mecbur kılmak. Yaşamı aramak ve nefesler tüketmek bunun uğruna. Fakat sızlanmamak gerek; kendimiz için savaşmayacaksak, ne için geldik ki zaten şu dünyaya? Kendimizle tanışana kadar dünyayla, tanıştıktan sonra ise hayatla savaşırız. Hayatla tanışmak ise en zorudur… Çünkü tam ’’Oldu artık, biliyorum!’’ dediğiniz yerden kaybedersiniz ve tekrar kendinizi tanımakla uğraşırsınız, adım adım içinize doğru giden yürüyüşlere çıkarsınız. Kayboluşlar hiç bitmez çünkü insan hayatı boyunca aramakla meşgul olur. Esasen onu hayatta tutan, besleyen de bu apansız arayışlardır. Asıl istediğine ulaştığında ise artık başka bir şeyi istiyordur, meşguliyeti değişmiştir. Başka birine dönüşmüş ve hayalleri de onunla beraber yetişmiştir imkânsızlıklara. Hayallerine ulaşamadığında o kadar büyür ki içindeki arzu; eğer ona ulaşırsa artık onunla ne yapacağını bilemediği bir yere varmış olur artık insan. İçinde kaybolduğu paradoksları anlamaya çalıştığı yerden yetişir ve anlamayı bıraktığında büyümüştür her şeye rağmen. En çok istediği şeye ulaştığında, onsuz kalır; hayali artık yanında, kalbinde değildir. Gerçeği ellerinde olmasına rağmen artık ona eskisi kadar sahip olamaz, ne kadar sıkı tutarsa tutsun: ‘Ona ulaştığında, onsuz kalmıştır.’ Bu hayatın değişmez kuralıdır. Arayışı bitenin umudu da tükenir ve biz insanlar, huzurla bir hayat sürdürmenin aslında yavaş ve dingin bir şiir olduğunu kabullenemeyiz.
Çünkü alışkın değiliz… Savaşıp elimize çok büyük heyecanlar geçeceğine inandırıldık ve inanmamak işten bile değildi... İnsan ömrünün ilk yarısı büyümekle ve hayallerle geçer; bu hayallerin gerçekleşemeyeceğini öğrenmek bizi yetiştirir ve arayışlarımız artık bize sadece çocukluğumuzu hatırlatan misketlerden başka bir şey değildir. Bir tanesini alıp güneşe doğru tutar ve yepyeni bir dünyaymış gibi içine bakarız… Bize ait parlak, ışık dolu ve yuvarlak bir gezegen. Misketlerle oyunlar kurduğumuz yaşlardan, içinde kaybolduğumuz ve bize kurulan oyunları kaybettiğimiz dünyada; kalabalıklardan geçerek yalnızlığımızı aradığımız yaşlara geldik büyüyerek ve gülümseyerek... Hiç kolay olmadı fakat zaman çok hızlıydı… Biz ise dünyayı kandırabiliriz sanmıştık. Misket misket dökülen gözyaşlarıyla oyun dışı edilmek ve her yeni oyunda kuralların değişmesiyle büyütmüştük ve biz, düşüşlerin ezberlenmemesi gerektiğini bilmiyorduk. Kuralları tekrardan ve yavaş yavaş öğrendiğimizde, belli sınavlardan geçeriz; derinden sesler yankılanmaya başlar önce. Bir şeyler yanlış diye fısıldar bize susturmaya çalıştığımız vicdanımız… Sonra o sesleri duymamaya başlarız zira oyunun kuralları böyledir. Vazgeçeriz hayallerimizden, hayatla tanışır ve sadece dümdüz yürümek gerektiğine inanmaya başlarız. Oyun gerçekten de böyledir; vicdanını susturabilenlerin, iç sesini yok sayabilenlerin kazanması üzerine kurulu bir dünya düzenidir öğrendiğimiz her şey. Hayatın tanıştırmaya çok hevesli olduğu engebeli yollar bizi oradan oraya sürüklerken; dümdüz yürümek için girdiğimiz ara sokaklar bazen bayırlarda bazense çıkmazlarda nefeslendirir bizi. Bu oyunda hiçbir şey tahmin edilebilir değildir ve biz büyük bir kibirle hemen her şeyi öğrendiğimize inanırız. Yol bittiğinde ise buraya kadar nasıl geldiğimizi anlamaya çalışır, aydınlanmalar yaşarız. O kadar uzun sürer ki huzuru bulmak, yolda doğmuş gibi hissederiz.
Bir türlü çözemeyiz; geçsin diye her şeyi vermeye razı olduğumuz zamanlarda saniye bile ilerlemezken, nasıl bitti bu yol? Ne istiyorduk en başta ve ne ummuştuk biz bunca geçen zamandan? Yollar mı gidilmeliydi bütün yaşam boyu, sahi bu muydu yaşamak? Ulaştığımız hedefler, arzularımızı tahayyül bile edemeyeceğimiz bir sancıyla mı karşılayacaktı hep bizi? İşte böyle soru işaretleriyle; deli divane âşık birinin karşılık aldığında ne yapacağını bilememesi gibi bir dehşetle sonlanır hep arayışlarımız… Hayat bizi o yolda o kadar yorar ki, güneşin batması gibi tüm ışığımızı alıp götürür bitmiş arayışların akşamları. Sözün kısası, yollar elbet bir gün biter ancak biz ilk adımı attığımız toylukta olmayız bir daha… Eve vardık hepimiz lakin aklımız hala yollarda bulduğumuz ihtimaller silsilesinde asılı kalmıştır. Savrulmaktan başka seçeneği kalmamış, havada asılı düşüncelerde hapsolmuş insanlar hiçbir yere kök salamazlar bu yüzden. Ait olmak için dik durmak ve adımlarını mıhlayabilmek gerekir. Toprak istemiyorsa bir çiçeği; onu sulamak ve yeşermesini beklemek, imkânsız arzularımızın gerçekleşebileceğine inanmak gibi, nâmümkün bir hadisedir. Fakat insanı yaşatan da bu inanç ve bekleme halidir. Suyla toprağın tanışması, bir tokalaşma gibi karşılıklı istek ve eylem gerektirir. Yağmur yağmalı, tohum ekilmeli ve toprak onu kabul etmelidir. Ancak insanların hayatla tanışması tek taraflıdır, ilahi bir dengeyle örülmüş kadere bağlıdır. Toprak istemese de çiçek yeşerir, yağmur yağmasa da ağaçlar büyür; kurulan salıncaklardan düşen insanlar olur ve hayat bize elbet bir yerde kendini tanıtır.
Peki, insanlar hayatla ne zaman tanışır? Siz mesela, hayatla ne zaman tanıştınız? Kalbinize doğan hayallerin batan gemilere dönüşmesiyle mi yoksa zoraki yenilgilerle sonuçlanan, gazi çıktığınız savaşlarda mı? Ya da şöyle sorayım; insan hayatla tanışınca neden ölmek ister? Yaşamayı düşleyerek büyüyen çocuklar hayatla tanışınca düşlemenin aslında düşmekten çok da farklı olmadığını, hatta düşlemenin düşmekten daha fazla yaralayabildiğini öğrenirler. İnsanlar, ömürleri boyunca düşlerine bir ev ararlar; yani bu arayış denen şey aitlik hissinden başka bir şey değildir. Özgürlüğün peşinde koşarken, nefes nefese ve telaşlıyken kimsesizlik pek fark edilemez. Oysa dinlenmek istediğimizde… Soluklandığımızda… En çokta bir kaldırım köşesine oturup ağladığımızda… Her zaman en savunmasız anlarda, en sinsi şekilde çıkar karşımıza ve yalnızlığımızı kirletir bu his. Özgürce akan gözyaşlarıyla hayal kırıklıklarımızı koyacak, onlara ait bir yer ararız. İçimizde yarım kalmış müzeler hazırlar, gülümseyen atölyeler kurarız. Hayallerimiz de kırıklıklarımız da, bize ait olan nadir şeylerdir çünkü onları en güzel şekilde saklamak isteriz. Hayat, sakin ve sert bir şekilde aitliğin tanımını öğretir bize ilk önce. Aitlik…
Ait olmak nedir sizce? İnsanın bir yerinin olması, yabancı olmamak. Gitme zamanını düşünmek zorunda olmadığın bir yerde uyuyabilmek… Ayaklarını uzatıp keyfine bakarken; masanın üzerinde iki tane çay bardağının olması ve paylaşabilmek sessizliği… Aitlikten ne zaman vazgeçeriz peki? Hayat bizi büyütmeye karar verir ve birden özgürlük, aitlikten daha anlamlı gelmeye başlar. Küçüğüzdür ve aslında özgürlüğün istediğin yere ait olmak anlamına geldiğin öğrenmek için oyunun sonunu görmemiz gerekiyordur. Haklı da olsak canımızın yanabileceğini görmeli ve özgürlüğün bazen sevdiklerimize bedel sayıldığını anlamalıyızdır. İşte bu, insan için o kadar da kolay olmaz. Bu yüzden hayatla tanışmadan önce elimizi başka biri sıkar: öfke. Doğruların yanlışlardan daha çok şey kaybettirdiğini bir türlü kabullenemeyiz. Ki normal olan da budur zaten; özgür ve haklı olmak insanın canını yakmamalı değil mi? Sevmek bize bir insan vermeli, bizden kendimizi almamalı ve adil olmalıdır… Ağlarken silinen makyajlar gibi, tüm örtülerden bu denli kolay kurtulabilseydik; belki de her şey daha basit olurdu. İnsanlar yalanlara saklanmasaydı ve tüm gerçekler ortada olsaydı; özgür ve haklı olanlar yarım kalır mıydı o zaman? Bağımlı insanları sevmek demek, kovulmak demektir aslında en sevdiğin yerden… Yalan hayatlara bağlanmışken siz, gerçek biri tarafından sevildiğinizde onu kimsesiz bırakmaktan başka yapabileceğiniz bir şey yoktur. Çünkü kader, bir dengedir ve bu dengede siz; hayatla tanıştıran rolünü üstlenmek zorundasınızdır. Oyunun kuralı bunu gerektirir, ders sizin vesilenizle kişiye ulaşmalıdır ve kimsesiz bırakmak yapabileceğiniz tek şeydir. Çünkü o, sizi bağlarınızdan çözmek ister; özgür kalmanızı ve de beraber uçmanızı… Yalan bağları anlamaz gerçekler; o düğümleri görmez, çırpınsa da nafiledir. Uçmak istediğini ancak uçamadığını düşünür bağlı kişinin. Çok sonra anlatır ona hayat… Hayal kırıklıklarıyla kesmeye çalıştığı iplerin hiçbir zaman bağlı olmadığını fark ettiğinde haklıdır, özgürdür ve artık kimsesizdir. Hayatla tanışmış ve anlamıştır; uçmak istemeyene ve de hak etmeyene kanat yakıştırmak nafile bir çabadır; tüm şiirlere haksızlık, gökyüzüne saygısızlıktır. Var olmayan bağları kendine pranga edinmişlere özgür sevdalar atfetmek, hayatla tanışmaktır. En çok yaşamak istediği şeye giden yolda insanın başına gelenler, katlandığı zulümler ve gururunu kızdırdığı haksızlıklar onu her yokuşta ayrı ayrı parçalar. Her hatada oyunun başına döner ve kendiyle karşılaşmaktan yorulmuştur. Ulaştığında hevesleri gerçeklere dönüştüren bu oyun, ne ister ki çocukluğumuzdan? Hep şöyle olur sanıyordum, diye başladığımız cümlelerle dolu bir yaşam sürdüren hayat, bizi neden dolu gözlerle boşluklara dalarak büyütür? Pencerelerden koştuğumuz yollara; sevdiğimiz düşüşlere, askıda kalmış hayallerle ve yaş almışken bakmak, büyümek mi demektir? Üzgün olduğu zamanlar yürüyen biri artık yürümediği zamanlarda ne yaptığını hatırlamıyorsa… Bu mudur hayat? Keder, acı, kalp rahatsızlıkları; aniden yükselen sesler, gerilen sinirler. Saçma sapan anlarda gelen ağlamalar ve akan makyajlar. Evet dostlarım, bütün yabancıları evlerine davet ediyorum… Oturalım kaldırımlarımıza, ağlayalım çocukluğumuza ve neden diye soralım hayata. Biz seninle tanışmaya bu kadar hevesliyken neden olur olmadık yerlerde döktürdün yaşlarımızı? Neden kalplerimize içinden kelebekler çıkacağını sandığımız sancılı yumrular bıraktın? El gibi hissettiğimiz evler nasip oldu bazılarımıza bu hayatta… Ve yabancılar, size sesleniyorum: alın intikamınızı hayattan, sizindir artık tüm sokaklar ve sessiz kaldırımlar. Hayatın işi uzun ve bizim ömrümüz çok kısa; daha hiç yürünmemiş caddeler, kırılmamış kalpler var büyümeyi bekleyen; büyüyünce doyasıya yaşayacağını düşleyen. Yarım kalması için başlaması gereken hikâyeler var ve biz sonunu bile bile yazacağız o hikâyeleri. Kırılmak için büyüyeceğiz, kaybolmayı göze alarak yürüyeceğiz o caddelerde. Hayaller kuracağız, biliyoruz ki olmayacak; kırıklıkları kalacak geriye ama hayat, bize bir şey yapamayacak artık. Çünkü tanıştık onunla, ezbere biliyoruz oyunlarını ve adımları büyük bizden… Şaşırma yetimizi alacak elimizden; gözlerimiz dalacak sadece, olmayan şeylere yakarmayacağız, gülümseyeceğiz mutsuzca. Yaşlanacağız ve çiçekler büyüteceğiz; kırıklıklarımıza yapraklar yeşerecek. Hayat unutacak bizi, ta ki ölümle tanışıncaya dek. Büyüttüğünden emin olduğunda izlemekten başka hiçbir kuralı kalmayacak bize oynadığı oyunların.
Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi: ‘’ Bütün ömrümce aradığımı bulduğumda, oturup ağlayacağım bir deniz kıyısında...’’ hayat ancak o zaman bırakacak belki yakamızı… Kaderimiz gülecek bize, dalgalar gelecek denizden ve çoktan vazgeçmişiz düşlemekten. Etrafımızdan insanlar geçecek biz yolu bitirmiş dönerken ve soracaklar gülümseyerek: ‘’Hayat bize oyun oynuyor olabilir mi?’’
Güzel arkadaşım sen zihnimizin yaşadıklarımızın bi yansıması mısın? Bu cümlelerin bu kadar içime cuk oturmasının başka ne açıkl***ası olabilir, kalemine kuvvet..