Bizim ülkemizde insanlar birbirlerini çok severler. Sevmekten daha mühim olan ise birbirlerini ön planda tutup karşılarındaki insanların düşüncelerine göre hareket etmeleridir. Ne kadar nezaket dolu, hoş bir şey gibi geliyor kulağa değil mi? Fakat benim size bahsedeceğim şey tatlı bir empati değil maalesef. Ben size zehirlenmekten, daha doğrusu birbirimizi zehirlemekten ve bunu büyük bir zevkle yapmamızdan bahsedeceğim. Kaotik bir düzenin zehirli sarmaşıkları içinde yer bulabilmek için debelenip durmak… Bu düzende insanlar; kendi hislerinden ziyade diğer insanların düşüncelerine uyum sağlayabilmek, oyunu kuralına göre oynayabilmek için yaşarlar. Bir şeyi istemek, hayal etmek önemli değildir. Önemli olan, o şeyin gerçekleşmesinden sonra insanların vereceği tepkidir. Eğer bu tepkiyi göze alamıyorsa insan, ne kadar çok istediği bir fark yaratmaz; içinde ukdeler bırakmaya mahkûmdur. Tüm gölgelere rağmen El âlem hapishanesinden kaçamıyorsanız, hayallerinizi ve isteklerinizi yüreğinize ağır prangalarla tutsak edersiniz… Kalbiniz ağırlaşıp taşlaştığında ise mahkûm olmaktan çıkıp gardiyanlığa bürünürsünüz. Hayallerinizi unutup başkalarının yollarını tıkamaya çalışırsınız. Yargılamaya başlamak, korktuğunuz tepkileri vermeye doğru bir gelişim gösterir bu yüzden de düşünülüp yapılması gereken hatta mümkünse yapılmaması gereken bir şeydir. El âlem denen şey ise bu sakındığımız tepkilerin sahibidir. Onlar; hepimizin tanıdığı, kendimizi beğendirebilmek ve onaylarını alabilmek için hayatımızı, hayallerimizi harcadığımız insanlardır. Bizi sevdiklerini düşünürüz, bu yüzdendir edilen lafların hepsi; bizi, bizim hayallerimizden, mutluluğumuzdan korumak için... Eminim bu korumacı tavırlar size tanıdık gelmiştir, zira el âlem her zaman uzakta değildir:
‘’El âlem ne der?’’ lafındaki el âlemi oluşturanlar zamanında tüm tepkilere boyun eğenlerin ta kendileridir ve bu yüzden görmeye katlanamadıkları özgürlükler, onların ulaşamadığı her yerdedir. Bir zamanlar hayallerini süsleyen özgürlüklerin etraflarında gerçekleşmesini izlemek onlara dayanılmaz bir öfke verir. Sinsice geçerler önünüze; hedeflerinize güya saygı duyarlar, fikirlerinize onlar da katılıyorlardır tabii ki ancak el âlem… El âlem ne der? Canımızdan çok sevdiğimiz, aynı şekilde sevildiğimizi düşündüğümüz insanların bize el olduğunu ve âlemlerine girebilmek, yer edinebilmek için onların uygun gördüğü yerlere sığabilmemiz gerektiğini fark etmek, seçeneklerimizi ve ruhumuzu daraltır. Bu yol ayrımı ya oyunbozan ya da el âlem olma hakkı sunar bize. Çünkü o yerlere sığabilmek için uzayıp kısalmak, değişmek gerekir; fikirlerimizi gömmemiz ve hislerimizi bastırmamız bize yüklenen mecburi bir reformdur.…
Ne acı değil mi? Sevdiklerimizin kalbinde bir yer edinmek ancak kendimiz olmaktan vazgeçersek mümkün. Cümle baştan sona alışılmış çaresizlik dolu aslında… Oysa sevgi koşulsuzdur. Birini seviyorsak, onun kalbimizde yer edinebilmesi için bizim verdiğimiz fikirleri giymesine; uzayıp kısalmasına, değişmesine gerek olmamalıdır. Sevdiklerimiz zaten kalbimizde yaşarlar zira evleridir orası… Bugüne kadar hep böyle öğrendik ancak teoride doğru olan şeyler pratikte karşımıza bile çıkmaz çoğu zaman. Bence kimse evinde yer edinmeye çalışmak mecburiyetinde bırakılmamalı… Ya değişmeli teoriler, doğrusu bu diyerek öğretilmemeli çocuklara ya da uygulamaya dökülmeyen sevgiler ayıplanmalı herkes tarafından...
Kendi evinde el olmak ve hiçbir âleme sığamamak… Gösterilmeyen sevgileri hissetmeye çalışarak geçirilen ömürler ve bu rezil geleneği nesillerce aktarmak. Sanki bütün insanların düşünceleri bir bedene bürünmüş; ruhumuzu da sıkıştırmışlar bir kaleme, her yeri karalıyorlar… Aslında hepimiz yapıyoruz bunu, birbirimizi bir mürekkep haline getirip kalemlere sıkıştırıyoruz. Teori ile pratik arasındaki tezatlığı törpülemek için kendi hayatımızı başkalarının karalamasına izin veriyoruz ve izliyoruz öylece. Bu yüzden gelecekten bahsetmek külfet gibi geliyor bazılarımıza. Çünkü herkesin şikâyet ettiği aynı zamanda da kabullendiği bir baskılar çerçevesine sıkışmış durumdayız… Çerçevede en güzel fotoğraflarımızla duruyoruz; en münasip gülüşlerimizle ve bakışlarımız eksikken. Etrafta asılı duran yazısız kuralların bizi es geçeceğini sandığımız yaşlar çok geride kaldı maalesef... Artık o kuralları daha da tepeye asmamızı istiyorlar bizden ve unutmamızı bekliyorlar mutluluk teorilerini. Uygulamak istediğimiz özgürlük nâralarından ödleri kopuyor hepsinin. Saçma sapan bir sisteme hayatımızı çoktan harcamaya başladığımız gerçeği ise altın kural olarak karşılıyor bizi. Kimse kimsenin kalbini bilmezken, aklında yaşamazken, anlık yapıştırılan yaftalarla belirliyorlar adımızın önüne hangi sıfatların geleceğini. Ah şu el âlemin sınır bilmezliği… Bu kadar hakkı kim verdi onlara? Kim yazdı bu oyunu? Kendi adıma konuşmam gerekirse ben, sahneye çıkmak istemiyorum.
Alışılmışı ezberlemek bana aynı hayatların devamı gibi geliyor ve o zaman şu soruyu sormaktan alıkoyamıyorum kendimi: Fark yaratmak için var olmadıysak, yokluğumuz hiçbir yaprağı kımıldatmayacak, hiçbir yürekte iz bırakmayacaksa; neden varız? Bu El âlem, kendi çalınmış hayatının faturasını neden bize kesiyor? İnsanların isteklerine göre değil de zorunlulukla yüklenmiş sorumluluklarına göre yaşamaları ruhumu daraltıyor. Hele ki onlar şikâyetçi değilken… Bunun onlara yüklendiğini fark etmemiş ve ‘’Hayat bu.’’ diyerek bir şeyleri istemeyi kendine haram kılmışken. Neden herkesin başı eğik bu kadar? Ne çok soru sordum değil mi? Özür dilerim… Çok soru soran insanlar sevilmez. Neyse ki alamadığım cevaplardan öğrendiğim bir şey var; yaşamak ile ölmemek aynı şey değilmiş. Senaryo varmış herkesi bekleyen ve bir de kaderi… Kaderimiz onu bulmamızı beklerken bir de el âlem çıkıyor karşımıza, tutuşturuyor elimize görünmez antlaşmaları; ölmeyeceksin, diyor bize fakat yaşamak çok uzaktan bir şarkı gibi gelecek kulağına. ‘’Böyle gelmiş böyle gidecek.’’ diyor annelerimiz… ‘’Biz böyle büyüdük, doğrusu budur.’’ diyor babalarımız. ‘’Biliyoruz kanın kaynıyor, gençken biz de öyleydik… Hem el âlem ne der?’’ diyor ‘sevdiklerimiz’. Böyle yavaş yavaş, temkinli nasihatlerle ayıplanmaya başlıyorsunuz senaryonun dışına çıktığınızda… Ezber bozanlar herkesin yapmak istediğini yaptıkları için oyun dışı kalıyorlar hep. Çünkü kendi gösteremediği cesareti başkasında görünce yanında olmak onurunu içinde bulundurmayan insanlar, yaftalamayı seçiyorlar. Düşününce aklını kaybettiği, kalbinden iç geçirdiği şeyi başkası yapınca; kendi nasıl yarım kaldıysa o da yarım kalsın, ezber bozulmasın istiyorlar. İşte insanlar böyledir ve maalesef ki en çok sevdiklerimiz de dâhil… El âlem ne der deyip vazgeçtikleri şeylere el âlem olurlar; kendi mutsuzluklarını yaşatıp kök salmasını sağlamak, nesiller boyu aynı hayatları yaşatmak isterler. Zaten buna da ‘’Hayatın cilvesi’’ der büyükler ve devam ederler: ‘’Siz daha hiçbir şey yaşamadınız…’’
Evet, henüz yaşamadık lâkin sizlerin de çok yaşayabildiği söylenemez sanki... Büyüyememiş yetişkinlerden ibaret bütün dünya. Bir arada yaşamayı bile beceremeyen, bencillikleriyle sadece kendilerine özgü bir hürlük peşinde koşan korkunç insanlarla dolu bir gemideyiz ve ben dâhil eminim birkaç kişi daha bu gemiden atlamak istiyoruz… Mürettebatı gemiden çok önce batmış ve güneşin doğmadığı bir yerde, gökyüzünü ışıldatan hayallere vurulan zıpkınlarla ilerliyoruz bu yalandan hayatlar denizinde. Yüzme bilmeyenler kurtulmalı ve mürettebat tek başına uyanmalıdır güneşsiz sabahlara. Vicdansız bakışlara güneşsiz sabahlar ne güzel doğar bilemezsiniz… Güneşin nasıl kaybolduğunu göremezsiniz, sizden başka kimse rahatsız değildir ve zıpkınların nereye saplandığını anlayamazsınız; sadece sizi tutmasına maruz kalırsınız. Bu daha çok çıldırtır sizi. El âlem denen varlık nasıl olur da bunca hakkı bulur kendinde? Bu gemi yüzyıllardır süregelen iğrenç kurallarla nasıl hala ayakta durabilir? Bu kadar soru işaretine rağmen insanlar bir şekilde kabullenerek mürettebattan biri haline gelirler; El âleme dönüşürler ne kadar mâruz kaldıklarını fark etmeden, ziyan olmaya alışmış bir vaziyetten son derece memnunken... Elbette bir sebebi vardır; ne kadar kötü bir yerde olursanız olun, aitlik hissetmek, sevilmek istersiniz. İnsanoğlu bu ihtiyaçla doğmuş ve ölene kadar en büyük zaafı da bu ihtiyaç olmuştur. Etrafınızdan uzaklaşamaz ve kendinizi bulamazsanız, ilk savaş yerinize geri dönüp teslim olursunuz... Yersiz, yurtsuz kalırsanız çıkmaza sürüklenir ruhunuz ve silinmek istemezsiniz… Kötü bir ele geçecek bile olsa mürekkep olmak, bir yerde iz bırakmak istersiniz. Gemiden atlayacak kadar cesur değilseniz, kabullenmekten başka çareniz kalmaz. Kabullendiğinizde zıpkınlardan kurtulur, mürettebattan biri olursunuz. Hayalleriniz sizden çok uzaklara gider… El âleme dönüşürsünüz ve güneşsiz sabahlarda artık ışığı özlemezsiniz. Karanlığa doymayan, en ufak bir ışığın doğuşuyla bile rahatsız olan, batan geminin mürettebatıyla ilerler ve nereye gittiğinizi asla merak etmezsiniz…
Merak ettiğiniz gün uyanırsınız, ezber bozarsınız ve ışığı özlersiniz.
Peki, ne yapmalı?
Bu düzeni yıkmak ya da yenmek mümkün mü? El âleme dönüşmemek, her gün aynı şeyleri yapan, birbirine benzeyen heyecansız robotlar olmamak için ne yapacağız? Hayatın bize biçtiği role itiraz edebilir miyiz? Evet, biliyoruz; hayat adil değil, eşit değil, güzel değil. Yaşamak güzel belki ama hayat herkes için mutluluk demek değil. Onun bizi neye dönüştüreceğini, elimizden neleri alacağını fark etmeyiz çoğu zaman… Dakikasını bile harcamaz buna; yıllar geçer, siz bir pencere kenarında dışarıyı seyrederken fark edersiniz harcanmışlığınızı. Hayat bitmişken değil, hayat sizi bittiğine inandırmışken. El âlem de aynı hayat gibi değişmek için geç kaldığımızı düşünmemizi istediği bir savaş verir hep bizimle.
“ Nasıl koruyacağız kendimizi, savaşı nasıl kazanacağız? “ diye soranlar için yazılmış kehanetler saklı, yalanlar denizinde. Eksik teorilerden kaçmanın tek yolu, hayatımız için kendi formüllerimizi oluşturmaktır belki de... Atladım gemiden, en derinlere gittim ve sadece bizim için yazılmış kehanetler getirdim yosun kaplı cam şişelerde:
“Nasıl koruyacağız kendimizi?
Ben içimdeki ışığı saklamakta buldum çareyi;
O ışığın içine sevgimi koydum, merhametimi ve adaletimi…
En güzeli yüreğinde sevmeli insan hayallerini,
Tıpkı bir istiridyenin incisini gizlemesi gibi...”
El âlem alıp da hayata vermesin, ışığımızı çalıp boynuna kolye yapmasın diye daha da güçlenerek yazmalıyız mutluluk formüllerini... Öyle şeyler verelim ki hayata, utansın önümüze koyduğu engellerden. Evet, ait olmak ve sevilmek fıtrat gereği zaafı insanoğlunun; ancak başarmak istiyorsak kopmalıyız el âlemden ve yürüyebilmeliyiz tek başımıza, kimsenin elini tutmadan, sevgisine yakarmadan. Çok sevdiğimiz ellerin o güzel âlemlerinde, kalplerinde yerimiz yoksa değil tutmak; tokalaşmamalıyız bile… Sadece korkmadan bir adım atmalıyız o yalanlar gemisinden dipsiz denizlere… Bir adım atmakla başlar her şey, karar vermek bir hayatı başlatmaktır ve bir hayatın başlangıcı savaş çanlarını çaldırır ruhumuzda… Uyuyan canavarları uyandırır ve onları; kurtarılmayı bekleyen, zıpkınla hapsolmuş hayallerimizin meftûnu yapar… Ne olursa olsun vazgeçmeyelim ve kavuşana kadar savaşmayı bırakmayalım diye. Ruhumuzun derinliklerinde hevesle beslediğimiz canavarlar, hayallerimize tükenmez bir aşkla bağlıdırlar ve bize kalan tek şey onlara içimizdeki ışıkla yol göstermektir. O yüzden kendi âlemimizde içimizin masumiyetini korursak, ışığımızı kimse bizden çalamaz. El âlem ne derse desin, bazen içimizdeki canavarları uyandırmak gerekir…
Evet bu kemikleşmiş el alem ne der duygusundan kurtulmalı ve kendimiz gibi davranmanın güzelliği çok güzel bir şekilde anlatılmış....